İnsan hayatının en büyük duygusal çelişkilerinden biri, bizi günden güne değersiz hissettiren bir ortamda, bir ilişkide ya da bir durumda kalmaya çabalamaktır. Soru basit görünebilir: Neden bizi tüketen bir yerden uzaklaşamayız? Oysa cevap, özsaygı ile korkunun, mantık ile çaresizliğin iç içe geçtiği karmaşık bir düğümdür.

Hiçbir şeymişiz gibi hissettirildiğimiz halde, gitmek yerine kalabilmek için olağanüstü bir direnç gösteririz. Bu çabanın ardında yatan en büyük yanılsama ise şudur: “Belki değişir.” Karşımızdakinin davranışlarının, o bizi küçülten şartların bir gün mucizevi bir şekilde iyileşeceğine dair beslediğimiz o çaresiz umut, bizi olduğumuz yerden kıpırdayamayacak duruma getirir.

Bu durum, sürekli bir savaş halidir: Arkanıza bakmadan koşarak uzaklaşmak isteyen içgüdüsel ses ile, bir yanlış seçim yapma korkusuyla sizi geri çeken mantık arasındaki bitmeyen bir çatışma. Hangi kararı verirsek verelim, sanki bir parçamızı eksik bırakacakmışız gibi hissettiren bir çıkmaz sokak.

Bu içsel çıkmazın en trajik sonucu ise, yavaş yavaş kendi benliğimizi kaybetmemizdir. Kalmaya devam ettikçe, bize ait olan sesin, arzuların ve değerlerin üzeri örtülür. Değersizlik hissi, zamanla bir dış etki olmaktan çıkıp, kimliğimizin bir parçası haline gelir. Geriye dönüp baktığımızda, ne uğruna kaldığımıza dair somut bir cevap bulamazken, kaybettiğimiz tek şeyin aslında kendimiz olduğunu anlarız. Bu yüzden, bu esaretten kurtulmanın ilk ve en zor adımı, değişimin dışarıdan değil, içeriden başlaması gerektiği gerçeğiyle yüzleşmektir: Bizi tüketen şeyin değişmesini beklemek yerine, kendi bakış açımızı ve tepkimizi değiştirme iradesini göstermek. Ancak bu yüzleşmeyle, o çıkmaz sokak zannettiğimiz yerden, yeni bir yola dönüşen kapıyı aralayabiliriz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir